Bu
hafta da sizlere Trilye'den bahsetmek istiyorum. Sayın Ceren hanım
beldemizdeki bazı kiliselerin neden özel mülkiyette olduğunu sormuş.
Benim bildiğim kadarı ile bu mümkün. Mübadele sırasında göç edenlerin
malları olan bu tür yerler gelen Türklere devredilmiş. Örneğin,
Bursa'nın tanınmış mimarlarından İsmet Veral'in kayınbiraderi Deniz
ağabeye bu kilise babadan kalmış. Babası o zaman Trilye'de Mal Müdürü
imiş ve orayı bir satıştan almış. Maalesef onunda bunu tamir ettirmeye
gücü yetmiyor. Dışarıdan gelen birkaç heyet kendisi ile görüşmeler
yapmış ama yine duyduğum kadarı ile bazı bürokratik engellere takılmışlar.
Aslını kendisinden öğrenmek daha doğru olur.
Yalnız
benim bir ara yaptığım tespite göre Kilisenin içindeki tüm resimlerin
gözleri oyuktu.(Hala duruyor mu bilmiyorum) Bunun sebebi Hıristiyanlığın
ilk günlerinde Kapadokya civarından göçen tutucu Hıristiyanlar bu
resimlerin gözlerini oymuşlar. Bizdeki resim yasağı gibi onlarda
da yasak varmış.
Trilye'den göç eden Rumları bugünkü Yunanlılarla asla karıştırmamak
lazım. Zaten onlar da bunu asla kabul etmiyorlar. Bugünkü Yunanlılar
İyon yani Makedon oldukları için, aslında Anadolu Rumları ile dil
ve din hariç pek etnik yakınlıkları yok.
Yunanistan'ı,
daha doğrusu Selanik, İskeçe'yi ziyaretimde hiç unutmadığım bir
kaç olayla karşılaştım. Bu aslında başlı başına bir yazı konusu
ama bir tanesini anlatayım.
Selanik'te
bir otele yerleştikten sonra akşam dolaşırken otel yakınında bir
tavernaya gittim. Köşede tek kişilik bir masaya ilişerek, bir USO
(Bizim rakının biraz az alkollüsü ) sipariş ettim Salon dolu idi
ve ayni bizim eğlence yerlerimiz gibi herkes ortada oynuyordu. Derken
benim kulağıma bize hiç yabancı olmayan bir müzik gelmeye başladı.
Bu şarkının "Mavi, Mavi " nakaratı Türkçe olarak diğer sözleri Yunanca
idi. Arkasından da yine İbrahim Tatlises'in "Allah Allah" adlı türküsünü
çaldılar.
Ben de bu arada ufak bardaklarla sek içtiğim Uso ve zevkli Müzik
yüzünden olacak, yeniden içki söylerken Almanca Türkçe karışık "Ein
RAKI" demişim. Garson bana baktı ve "Türk müsün?" diye sordu. Ben
de biraz çekinerek "Evet" dedim. O da halka dönerek "Burada bir
Türk var" diye seslendi. Doğrusunu söyleyeyim ben biraz ürktüm ama
bu ürkmemin ne kadar yersiz olduğunu az sonra gördüm. Hemen her
masadan bir bardak Uso yağmur gibi yağmaya ve kadehler 'Şerefe ve
Yasu' diye kalkmaya başladı. Orkestra da Çiftetelli Türküko'ya geçti.
Bir anda kendimi sahnede buldum. Birileri beni çekiştirerek sahneye
götürdü. Sabahın ilk ışıklarına kadar Uso içtik ve birlikte oynadık.
Zorla
otelimi buldum ve yattım. Sabah tabii ki kahvaltı saatinden çok
sonra kalktım. Resepsiyondaki gence Almanca olarak "Kahvaltı yapmam
mümkün mü?" diye sordum. O da gayet sert bir şekilde "Hayır" deyince,
gayri ihtiyari olarak yüksek sesle "Allah kahretsin" demişim. O
sırada kenarda oturan yaşlı, ufak tefek bir adam bana dönerek "Madem
Türksün neden Gavurca konuşuyorsun?" diye sordu. Meğer otelin sahibi
imiş. Bana derhal mükellef bir kahvaltı hazırlattı ve resepsiyondaki
gence de kızdı (sonradan oğlu olduğunu öğrendim)
Buna
benzer olayı Almanya dahil bir çok kez yaşadım . Başka bir yazımda
bunları anlatacağım.
Dil
ve Gavurca deyince aklıma yine anneannemin anlattığı tarihi bir
olay geldi. Yunanlıların Mudanya ve Trilye`yi istilasından sonra,
yani İstiklal savaşının başladığı günlerde Türkler de içten içe
muhalefetlere başlamışlar. İstanbul`dan gemi ile kadınlar veya kadın
kılığındaki erkekler ağır çantalar içinde Bursa üzerinden Anadolu'ya
silah taşıyorlarmış. Bu son derece gizli yapılıyor ve gelenler dikkat
çekmeden sanki müşteri imiş gibi gelip, parola vererek at arabalarına
binip Bursa'ya geçiyorlarmış. Annemin babası rahmetli Ahmet dedem
(namı diğer yerli Sarı Ahmet ağa) köyün hali vakti yerinde olanlarında
olduğu için atlı arabası varmış. Onu da bu vazifeye çağırmışlar.
O da severek aylarca ucundan da olsa bu kutsal olaya yardım etmiş.
Bir
gün geceden gelmiş ve sıraya girmişler. Sabahı beklerken bir çoğu
uykuya dalmış. Bir ara dedem bir Yunan Yüzbaşısının Rumca olarak,
"Bu birkaç Türk kopilinin hakkından gelemediniz mi ?" diye konuştuğunu
duymuş. Derhal arabanın altına gizlenmiş ve arabaların altından
yavaşça uyandırabildiklerine haber vermiş ve kaçabilenler gizlice
eski demiryoluna doğru kaçmışlar. Sabah bir çok arabanın sahibini
süngülenerek öldürülmüş olarak bulmuşlar.
Anneannem
o yüzden bize dil öğrenin de ne dili olursa olsun derdi ve ilave
ederdi. "Dedeniz bildiği üç kelime Rumcasi sayesinde kendi ve bir
çok kişinin hayatını kurtardı. Size de lazım olur, bir dil bilen
bir insandır, iki dil bilen iki insandır" derdi.
Tanrıdan tüm ölmüşlerimize ve şehitlerimize rahmet dilerim.
|